Sizden birisi namaz kıldığında hakikatte Rabbiyle konuşmaktadır. Öyleyse nasıl konuştuğuna dikkat etsin

16 Ocak 2008 Çarşamba

Peygamber Efendimizi Rüyamızda Görmek

-Ne zaman gördün rüyanda Peygamber'imiz aleyhissalatu vesselamı

-İki sene önce gördüm O'nu. Çok sevinmiş, Yüce Allah'a hamd etmiştim. Müthiş bir duyguydu, yaşayanlar ancak bilir bunu. Görmedinse anlatamam o duyguyu. O hazzı yaşaman lazım.

Muhammed'in bu sözleriyle müthiş sarsılmıştı Selim. Muhammed ile Peygamber aleyhissalatu vesselam hakkında yaptıkları sohbette, söz rüyada Peygamber aleyhissalatu vesselam'ı görmeye gelmiş ve bu sözler derinden etkilemişti onu. Çünkü bugüne dek hiç düşünmemişti bunu. Oysa etrafındaki birçok insan, hatta babası bile Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselam'ı rüyasında gördüğünü söylemiş, bunun için Mevlid bile okutmuştu. Yine okuduğu bir hadis-i şerifte Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselam, rüyasında kendisini görenin gerçekten gördüğünü ve kendi şekline şeytanın giremediğini belirtiyordu. Başka bir hadiste de, rüyanın vahyin çeşitlerinden ve peygamberliğin bir cüzü olduğunu okumuştu. Okumuştu okumasına, ama tüm bunlar şu anki gibi sarsılmasına yetmemişti.

"Ben neden göremiyorum, Yüce Resulü aleyhissalatu vesselam?.. Neden bugüne kadar bunu düşünemedim bile?!. O'nu (aleyhissalatu vesselam) görebilmeyi ne kadar çok istiyorum, keşke görebilsem, ah keşke!.. Bunun için her şeyi yapabilirim. Yeter ki o duyguyu, o hazzı ben de yaşayayım. Bilmem ki, Yüce Resul aleyhissalatu vesselam'ı görebilmek için ne yapmalı?" diye kendi kendine konuşuyordu Selim, Yüce Resulü aleyhissalatu vesselam düşündükçe.

O günden sonra mahzunlaşmaya başladı Selim. Çok düşünüyordu bu konuyu. O'nu (aleyhissalatu vesselam) rüyasında görebilenleri çok takdir ediyor, onlara gıpta ediyordu. Kendisi de, onlar gibi bu duyguyu yaşamayı çok istiyor ve dualarında da bunu diliyordu.

Aklına, bir ara okuduğu bazı kitaplarda, özellikle de dua ve zikir kitaplarında bu konu ile ilgili bazı namaz ve dua çeşitlerinin olduğu geldi. Ama o kitapları nasıl bulacaktı? Nasıl olursa olsun, mutlaka bulmalıydı. Belki de bir vesile bulur, bu hasretine son verirdi.

Vakit kaybetmeden arkadaşlarından soruşturdu o kitapları. Bereket versin ki, aradığı konu onlarda bulunuyordu. Kitapları eline aldığında büyük bir sevinç duymuş, duygulanmıştı. Hemen kitaplardaki namazları, duaları ve akabinde yapılacak şeyleri öğrenmek için, vaktinin çoğunu bunları okumaya ve anlamaya ayırdı. Kaç rekat namaz kılınacak, her rekatta Fatiha'dan sonra neler okunacak, namaz bitiminde hangi dualar, zikirler yapılacak, dualardan sonra hemen mi yatılacak?.. Evet tüm bunlara azami dikkat ediyordu. En ince detaylarına varıncaya kadar her şeyi inceliyordu.

Her şeyi öğrenmişti artık. Bir iki gün içinde, sırasıyla tek tek uygulamaya başladı öğrendiklerini, Yüce Resulü (aleyhissalatu vesselam) görebilmek için…

Büyük ümitlerle yatağına giriyordu geceleyin. Geceleri iple çekiyordu adeta. Hiç bu kadar şevkli, istekli yattığını hatırlamıyordu.

Ama heyhat! Yaptıklarının hiçbirisi fayda vermemişti. Yüce Resul aleyhissalatu vesselam yine gelmemişti ziyaretine. Her uyandığı sabah büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor ve çok üzülüyordu. Bir yerde eksiklik vardı mutlaka, ama nerede? Daha ne yapması gerekiyordu acaba?

Derin derin düşünürken yine Muhammed ile konuşmaya karar verdi sonunda. Onunla buluşup konuştuğunda, Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselam'ı görme isteğini ve bunun için yaptıklarını, ama hiçbirisinin derdine derman olamadığını üzgün üzgün anlattı. Sesinde, sevdiğinden ayrı düşenlerin ve hasret içinde yaşayanların sesindeki hüzün vardı.

İlkin gülümsedi Muhammed, konuşmaya başladı sonra;

-Yaptıkların güzel ve takdir edilecek cinsten ama yetersiz. En önemli noktayı unutmuşsun. O'nu (aleyhissalatu vesselam) görmek yürek işidir, anlamalısın. Yürekten yanmalı, sırılsıklam aşık olmalısın. Yakıtın, katığın ona duyduğun aşk olmalı. Yaptıklarını onun aşkıyla süsleyip taçlandırmalısın.

-Nasıl yani?

-Sana; yöremizde çokça anlatılan bir hikâyeyi anlatayım önce: Bir zamanlar bir mürit, tıpkı senin gibi, şeyhinin yanına gelip Allah Resulü aleyhissalatu vesselam'ı rüyasında görmek istediğini söyler. Şeyh bakar ki mürit bunu sadece diliyle söylüyor, ona bir ders vermek için müridine, akşam yemeğinde çok tuzlu mercimek çorbası içmesini ve su içmeden de yatmasını söyler. Mürit, şeyhinin dediğini yapar. Gece rüyasında suyun peşinden büyük bir hasretle koşar. Kendisini dereler, çağlayanlar ve pınarlar içinde görür. Sabah, şeyhinin huzuruna gelip durumu arz edince, şeyhi ona şöyle der: "Sen suya aşıktın, suya ihtiyacın vardı. Bu yüzden hep suyun peşinden koştun. Eğer Allah Resulü aleyhissalatu vesselam'ı görmek istiyorsan, ona aşık olmalı, hasretiyle yanmalısın.

Gelelim sana, yaptıkların takdire şayan olsa da kabul etmelisin ki bunlar, şekilden ve yüzeysellikten kurtulamıyor. Allah Resulü aleyhissalatu vesselam'ı misafir etmek istiyorsun değil mi?

-Evet, hem de çok.

-Peki onu karşılamaya hazır mısın?

-Nasıl?

-O aleyhissalatu vesselam, öyle herkesi ziyarete gelmez. Kendisini her yönüyle karşılamaya hazır olanları ziyarete gelir. Onları kendi renginden tanır. Çünkü yaşamları, kendi yaşamının aynısıdır. İşte sen de, onun rengiyle boyanmalısın. Hayatının her anını onu çizdiği program çerçevesinde düzenlemelisin. Nehy ettiklerinden uzaklaşmalı, emrettiklerini yapmalısın. Onun yaptığı her şeyi velev ki basit bir şey de olsa taklit etmeli, ona uymalısın. Sözün kısası, onun sünnetini elinden geldiğince ihya etmeli ve onun vasfı olan 'yürüyen Kur'an' olmaya çalışmalısın. Seni görenler, onun yüce sünnetini hatırlamalı, onun kokusunu duymalılar. Bütün bunlar sabır ve azimle, yavaş yavaş yapılacak şeylerdir. Bütün bunları yapabilirsen emin ol seni ziyaret edecektir. Çünkü ziyaret edilmeye hak kazanacaksın. Denemeye değer değil mi?

-Evet, açıklamaların güzel. Allah razı olsun.

-Yüce Allah hepimizden razı olsun. Bir de şunu unutma ki onu görmemek dünyanın sonu değil. Onu görmemek imanın zayıflığına veya kişinin kötülüğünden kaynaklanmayabilir. Çok değerli insanlar var ki, onu rüyalarında görememişlerdir. Ama onu görebilmek büyük bir lütuftur ki bu zaten tartışılmaz.

-Anladım, Allah razı olsun.

Vedalaşıp ayrıldı Selim. Muhammed'in anlattıklarını gayet yerinde ve mantıklı görüyordu. Öyleyse kendisi de gerekeni yapmalı, en azından yapmaya çalışmalıydı.

O günden sonra Selim, fıkıh, siyer ve dua kitaplarının sürekli okuyucusu olmuştu. Sadece okumak için değil, tabi ki.. Okuduklarını güzel anlayıp en güzel şekilde uygulamaktı hedefi. Okudukça ufku açılıyordu. Meğer bilmediği ne çok şey vardı. Allah Resulü aleyhissalatu vesselam'ı tanıdıkça ona olan sevgisi de artıyordu. Ve Allah Resulü aleyhissalatu vesselam, hayatta hiçbir şeyi es geçmemiş, her şeyde kendisinden güzel bir örnek bırakmıştı varislerine…

Artık Selim de namazlarında daha huşulu ve sünnet namazlarına daha dikkatliydi. Mümkün olduğunca Pazartesi ve Perşembe oruçlarını tutuyor, sadaka veriyordu. Hadisler ışığında kendisine günlük virdler edinmiş her gün virdlerle kalbini Yüceler Yücesine bağlıyordu. Abdestin sünnetlerine tam manasıyla uyuyor, abdestten sonra sünnet namazını kılıyordu. Duha, Evvabin ile gece namazlarını kaçırmamaya dikkat ediyor ve çokça dua ediyordu. Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselam'a ulaşmaya en büyük vesile olan salavatı dilinden düşürmüyordu. Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselam'dan öğrendiği gibi gece yatmadan önce abdest alıyor, sünnet olan sureleri okuyup vücudunu sıvazlıyor, Yüce Allah'ı zikredip dua ettikten sonra sağ yanı üzerine yatıyordu. Kısacası; hayatının her alanına sünneti hakim kılma çabasındaydı artık. Hayat, yeni yeni anlam kazanıyordu Selim için.

Tabii önce tüm bunları yaparken, şeytanın ve nefsinin vesveseleriyle zorluklar çektiyse de, azmederek, sabrederek, şeytanın hilesinin zayıflığını düşünerek ve Yüce Allah'a sığınarak tüm zorlukların üstesinden gelmeyi başardı.

Hayat böyle devam ediyordu. Her gün yeni bir şeyler öğreniyor, öğrendiklerini, hayatına tatbik etme telaşına düşüyordu. Ve tüm bunlar onu, Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselam'a tam manasıyla aşık etmişti. O'nu aleyhissalatu vesselam öylesine seviyordu ki, mübarek isminin anılması, hüngür hüngür ağlamasına yetiyordu. Mem u Zin ve Leyla ile Mecnun'un aşkları, onun aşkı yanında oldukça sönük kalıyordu. Onların o fani aşkı, ancak aşk okyanusundan bir damla olabilirdi.

Ve bir sabah…

Hayatının en mutlu sabahına uyanıyordu, gözlerindeki sevinç gözyaşlarıyla Selim. Zira uzun süre beklediği Kutlu Misafir aleyhissalatu vesselam kendisini ziyarete gelmiş, gözlerinden ve yanaklarından defalarca öpmüş, sımsıkı bağrına basmıştı. Selim de O'nu (aleyhissalatu vesselam) defalarca yanaklarından ve mübarek ellerinden öpmüştü. Sarılmıştı, sevinçle. Ve bir emanet bırakmıştı ona Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselam. Böyle devam etmesini de istemişti.

Ondan mutlusu yoktu artık. Hemen koşup güzelce bir abdest aldı. O esnada kardeşi, radyoyu açmıştı. Sesini yükselterek zikirler eşliğinde şunları söylüyordu sanatçı:

"Muhammed aleyhissalatu vesselam'ın o gözleri sürmeli sürmeli

Aşık olan rüyasında görmeli görmeli"

Ne kadar da güzel bir tevafuktu bu böyle!.. bu güzel günü kendisine bahşettiği için Yüceler Yücesine şükür secdesine kapandı.

O günden sonra ne zaman bu anı hatırladıysa, yine sevinçten gözleri yaşarıyor, hamd ediyordu.

Evet… Aşık olmak gerekiyordu, kavuşmak için.

(Salih Şimşek)İnzar Dergisi


ALLAH BİZE DE NASİP EDER İNŞALLAH AMİN

9 Ocak 2008 Çarşamba

SAFFAT SURESİ

Saffat Suresi 51 -56.ayetlerde, arkadaşla ilgili çok dikkat çekici bir örnek var.
51-"İçlerinden bir sözcü şöyle der; Benim yakın bir arkadaşım vardı."
52-Derdi ki; sen gerçekten şunu tasdik edenlerden misin?
53-Biz ölüp toprak ve kemik haline geldikten sonra, gerçekten
cezalandırılacak mıyız?
54-Dedi: siz de bir araştırır mısınız?
55-Araştırdı, nihayet onu cehennemin ta ortasında gördü.
56-Dedi: Vallahi, az kalsın sen beni de buralara düşürecektin.
57-Rabbimin nimeti olmasaydı, kesinlikle ben de şurada toplananlar arasına
girmiş olacaktım.


Bu ayetlerden çıkaracağımız birkaç sonuç var. İnsan sosyal varlık olması
sebebiyle, çeşitli insanlarla hayatı boyunca beraber oluyor. Aynı şeyleri
paylaşıyor, ortak oldukları konuların çokluğu onların yakınlık derecesini
belirliyor. Bu işyeri olur, okul olur, çeşitli sosyal alanlar olur. İnsanlar
sonuç olarak arkadaşlarından etkilenir. Onun düşüncelerini dinler, farkında
olmadan da ondan etkilenir. İnsanı, arkadaşı, doğru yolada götürür felakete
de sürükler. Ayetlerden de gördüğümüz gibi iki çok iyi arkadaştan biri
cennete giderken diğeri cehennemi boylayabiliyor. Hatta cennete gidecek
kadar iyi bir müslüman olan bile, cehennemlik olacak kadar kötü birinden az
kalsın etkileniyor.

Bundan dolayı, arkadaşlarımızı seçerken çok dikkat etmeliyiz.
Arkadaşlarımızın imanlı olmasına da önem vermeliyiz, olmayanına da dinimizi
anlatmalıyız. Allah hepimizi bizi cehennemlik edecek arkadaşlardan korusun.

8 Ocak 2008 Salı

HZ. FÂTIMA: Peygamberin Kızı Olmak

Güneş, yakın yıldızlarını biraz daha yaklaşmaya çağırdı kendine. Sonra abasının kanatlarını açıp şefkatle sardı onları. Olacak gibi değil ama oldu, güneş sisteminin en parlak yıldızları bir örtünün altında toplandılar. Dudakları kilitlendi heyecandan. Nefesleri kalp çekicinin altında şekilden şekle girdi. Işıklarını aldıkları kaynağa bu kadar yakın olmamışlardı hiç. Aynı abanın altında olmak, evrendeki değerlerini yeniden belirlemişti. Yalnız onlar değil, bütün kâinat nefesini tutmuş güneşin dudaklarının kımıldamasını bekliyordu. Ve güneşin dudakları kıpırdadı : " Allahım! Bunlar benim Ehl-i beytimdir; onları kötülüklerden koru ve kendilerini tertemiz kıl!" Bu duayı işiten yıldızlar sevinçle sokuldular güneşlerine. Hz. Fâtıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, Peygamberin abasının altında gülümsediler. Bu âile fotoğrafı, albümlerinin ilk sayfasını süsledi inananların. Zira bu sayfaya bakmadan öteki sayfaları anlamak imkânsızdı. Bu fotoğrafta Son Peygamber; hem baba, hem dede, hem kayınpederdi. Bu fotoğrafta Ali; hem eş, hem baba, hem damattı. Bu fotoğrafta Hasan ve Hüseyin; hem oğul, hem torundular. Bu fotoğrafta Fâtıma; hem anne, hem eş, hem çocuktu.

Çocuktu ve yapılanları anlayamıyordu. Koşuyor ve küçük elleriyle babasının sırtına atılan pislikleri temizlemeye çalışıyordu. Nasıl yaparlardı bunu! Hem de Kâbe'nin karşısında secdedeyken! Ondan daha temizi yokken nasıl yaparlardı! Fâtıma, babasının mübarek sırtına konulan deve işkembesini tuttuğu gibi fırlattı müşriklere. Son Peygamber namazını bitirip ellerini göğe kaldırdı. "Allah'ım Kureyş'i sana havale ediyorum!"dedi üç kez. Sonra sarıldı Fâtıma'ya. " Babasının Anası" diye sevdiği cana. Öptü yanaklarından, başını okşadı. Fâtıma ne kadar başkaydı! Peygamberlik gelmeden bir sene önce vermişti Yaradan onu. En küçük kızıydı Nebî'nin. Aydınlık yüzlü bir kız! Bu yüzden "Zehrâ" dendi ona. Sonra büyüdü, genç kız oldu. İffetli bir kız! Bu yüzden "Betül" dendi ona.

Betül'ü eş olarak istediler Son Peygamber'den. O Ali'ye layık gördü. Hz. Ali, Bedir Savaşı'nda ganimetten payına düşen zırhı satarak mehrini verebildi Hz. Fâtıma'nın. Çeyize gelince, hiçbir gelin onun kadar kanaatkâr olmadı; içi hurma lifi doldurulmuş deri bir yastık, iki el değirmeni, deriden yapılma iki su kabı... Bu kaplarla su verecekti birer yıl arayla dünyaya gelen Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'e, bu kaplarla Uhud'ta gazilere su taşıyacaktı. Ne müthiş bir gündü o! Yalnız beraberindeki on hanımla beraber su ve yiyecek taşımıyor, hemşirelik de yapıyordu o büyük sınavda. Bir zamanlar babasının sırtını temizlemeye çalışan küçük eller büyümüş, bu kez babasının kanını dindirmeye çalışıyordu külle.

Rasûlullah'ın göz bebeğiydi o. Kendisini her bakımdan örnek alan, konuşmasıyla, hayasıyla, yürüyüşüyle bir peygamber kızı olduğunu gösteren Fâtıma'nın üzerine titrerdi Allah'ın elçisi. Yolculuğa çıkarken biraz daha fazla görebilmek için en son onunla vedalaşır, yolculuktan döndüğünde ise özlemle ilk olarak ona koşardı. Fâtıma'yı görmek "sevinç" demekti Son Peygamber için. Evine geldiğinde ayakta karşılardı onu. Can parçasının yanaklarından öper, sonra elinden tutup kendi yerine oturturdu. Fâtıma'nın evini ziyaret etmek ise ayrı bir sevinçti O'nun için. Çünkü o evde damadı Ali, torunları Hasan ve Hüseyin de vardı. Hepsi yarışırdı Muhammed (sav) muhabbetinde. Her seferinde damadıyla kızının arasına oturur, yalnız kaldıklarında "Beni daha çok seviyor!" diye tatlı tatlı çekiştiklerinden haberdar dengeyi sağlardı aralarında.

Hz. Peygamber her işte bir orta yol, bir denge gözetirdi. Sevgisi hiçbir zaman adaletine gölge düşürmemişti. "Kızım Fâtıma bile yapmış olsa uygularım," diyerek sosyal statüsü ne olursa olsun insanlar arasında ayrım yapılmasına karşı çıkar, hukukun üstünlüğünü savunurdu. Sevgili kızı ve damadının bir hizmetçiye ihtiyaç duyduklarını söylemeleri üzerine, bu isteklerinden kendilerinden daha yoksul olan "Ehl-i Suffe" adına feragat etmelerini talep etmiş, bunun yerine yatmadan önce her gece otuz üçer defa "Sübhanallah", "Elhamdulillah" ve " Allahuekber" demelerini salık vererek, bunun bir hizmetçiden daha çok kendilerine yardım edeceğini hatırlatmıştı.

Ah ayrılık vaktinin geldiğini can parçasına nasıl da hatırlatmıştı! Kur'ân-ı Kerîm'i Cebrâil (a.s.)'la yılda bir kez karşılıklı okuyorlardı ama son sene iki kere bir araya gelmişlerdi. Ayrılığa bir işaret sayılabilirdi bu. Hz. Fâtıma bu sözleri duyar duymaz gözyaşlarına boğulmuş, bunun üzerine Hz. Peygamber, kendisine ailesinden ilk olarak onun kavuşacağını söyleyerek teselli etmişti onu. Ölümle teselli olur mu! Kavuşulacak olan Son Peygamberse olur elbette. Ah nasıl üzülmüştü ayrılık vaktine Fâtıma! Ah nasıl sevinmişti adı "ölüm" olsa bile buluşma vaktine...

"Fâtıma benim parçamdır," demişti Hz. Peygamber. Hastalığı ağırlaşıp parçasından ayrılma vakti yaklaştığında Fâtıma "Ah babacığım! Vay babamın başına gelenler!"diyerek gözyaşı dökmeye başlamış, Kâinatın Efendisi, "Bugünden sonra baban hiç dert çekmeyecek güzel yavrum!" diye son kez teselli etmişti onu. Sonunda vakit gelmiş, gözler yeniden yaşlarıyla birleşmiş can parçasının dilinden şu sözler dökülmüştü: "Babacığım Rab Teâlâ çağırdı ve hemen koştun! Firdevs cenneti senin yurdundur şimdi! Cebrâil'e teslim ettik seni!"

Ah sevgi! Neler söyletiyor Fâtıma anamıza definden sonra: " Rasûlullah'ın üzerine çarçabuk toprak atmaya eliniz nasıl vardı! Nasıl razı oldu gönlünüz!" Hz. Fâtıma'nın gönlü uzun bir ayrılığa razı olmadı. Babasının müjdesi bu sözleri söyledikten beş buçuk ay sonra gerçekleşti. "Fâtıma benim bir parçamdır. Onu sevindiren beni sevindirmiş, onu üzen beni üzmüş olur," demişti Nebî. Aylar binek olup taşımıştı Fâtıma'yı Ramazan'a. Ve Ramazan'da parça aslıyla bütünleşmişti.

AYETLERLE DÜNYA HAYATI

(BAKARA suresi 212. ayet):
زُيِّنَ لِلَّذِينَ كَفَرُواْ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَيَسْخَرُونَ مِنَ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ اتَّقَواْ فَوْقَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَاللّهُ يَرْزُقُ مَن يَشَاء بِغَيْرِ حِسَابٍKâfir olanlar için dünya hayati câzip kilindi. (Bu yüzden) onlar, iman edenler ile alay ederler. Oysa ki, (iman edip) inkârdan sakinanlar kiyamet gününde onlarin üstündedir. Allah diledigine hesapsiz rizik verir.(ÂLI IMRÂN suresi 14. ayet):
زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَاء وَالْبَنِينَ وَالْقَنَاطِيرِ الْمُقَنطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالأَنْعَامِ وَالْحَرْثِ ذَلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَاللّهُ عِندَهُ حُسْنُ الْمَآبِNefsanî arzulara, (özellikle) kadinlara, ogullara, yigin yigin biriktirilmis altin ve gümüse, salma atlara, sagmal hayvanlara ve ekinlere karsi düskünlük insanlara çekici kilindi. Bunlar, dünya hayatinin geçici menfaatleridir. Halbuki varilacak güzel yer, Allah’in katindadir.(NISA suresi 77. ayet):
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ قِيلَ لَهُمْ كُفُّواْ أَيْدِيَكُمْ وَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَآتُواْ الزَّكَاةَ فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ إِذَا فَرِيقٌ مِّنْهُمْ يَخْشَوْنَ النَّاسَ كَخَشْيَةِ اللّهِ أَوْ أَشَدَّ خَشْيَةً وَقَالُواْ رَبَّنَا لِمَ كَتَبْتَ عَلَيْنَا الْقِتَالَ لَوْلا أَخَّرْتَنَا إِلَى أَجَلٍ قَرِيبٍ قُلْ مَتَاعُ الدَّنْيَا قَلِيلٌ وَالآخِرَةُ خَيْرٌ لِّمَنِ اتَّقَى وَلاَ تُظْلَمُونَ فَتِيلاًKendilerine, ellerinizi savastan çekin, namazi kilin ve zekâti verin, denilen kimseleri görmedin mi? Sonra onlara savas farz kilininca, içlerinden bir gurup hemen Allah’tan korkar gibi, hatta daha fazla bir korku ile insanlardan korkmaya basladilar da “Rabbimiz! Savasi bize niçin yazdin! Bizi yakin bir süreye kadar ertelesen (daha bir müddet savasi farz kilmasan) olmaz miydi?” dediler. Onlara de ki: “Dünya menfaati önemsizdir, Allah’tan korkanlar için ahiret daha hayirlidir ve size kil payi kadar haksizlik edilmez.”(EN’ÂM suresi 62. ayet):
ثُمَّ رُدُّواْ إِلَى اللّهِ مَوْلاَهُمُ الْحَقِّ أَلاَ لَهُ الْحُكْمُ وَهُوَ أَسْرَعُ الْحَاسِبِينَSonra insanlar gerçek sahipleri olan Allah’a döndürülürler. Bilesiniz ki hüküm yalniz O’nundur ve O hesap görenlerin en çabugudur.(EN’ÂM suresi 70. ayet):
وَذَرِ الَّذِينَ اتَّخَذُواْ دِينَهُمْ لَعِبًا وَلَهْوًا وَغَرَّتْهُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَذَكِّرْ بِهِ أَن تُبْسَلَ نَفْسٌ بِمَا كَسَبَتْ لَيْسَ لَهَا مِن دُونِ اللّهِ وَلِيٌّ وَلاَ شَفِيعٌ وَإِن تَعْدِلْ كُلَّ عَدْلٍ لاَّ يُؤْخَذْ مِنْهَا أُوْلَـئِكَ الَّذِينَ أُبْسِلُواْ بِمَا كَسَبُواْ لَهُمْ شَرَابٌ مِّنْ حَمِيمٍ وَعَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُواْ يَكْفُرُونَDinlerini bir oyuncak ve bir eglence edinen ve dünya hayatinin aldattigi kimseleri (bir tarafa) birak! Kazandiklari sebebiyle hiçbir nefsin felâkete dûçar olmamasi için Kur’an ile nasihat et. O nefis için Allah’tan baska ne dost vardir, ne de sefaatçi. O, bütün varini fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez. Onlar kazandiklari (günahlar) yüzünden helâke sürüklenmis kimselerdir. Inkâr ettiklerinden dolayi onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardir.(YÛNUS suresi 7. ayet):
إَنَّ الَّذِينَ لاَ يَرْجُونَ لِقَاءنَا وَرَضُواْ بِالْحَياةِ الدُّنْيَا وَاطْمَأَنُّواْ بِهَا وَالَّذِينَ هُمْ عَنْ آيَاتِنَا غَافِلُونَHuzurumuza çikacaklarini beklemeyenler, dünya hayatina razi olup onunla rahat bulanlar ve âyetlerimizden gafil olanlar da vardir muhakkak.(YÛNUS suresi 24. ayet):
إِنَّمَا مَثَلُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا كَمَاء أَنزَلْنَاهُ مِنَ السَّمَاء فَاخْتَلَطَ بِهِ نَبَاتُ الأَرْضِ مِمَّا يَأْكُلُ النَّاسُ وَالأَنْعَامُ حَتَّىَ إِذَا أَخَذَتِ الأَرْضُ زُخْرُفَهَا وَازَّيَّنَتْ وَظَنَّ أَهْلُهَا أَنَّهُمْ قَادِرُونَ عَلَيْهَآ أَتَاهَا أَمْرُنَا لَيْلاً أَوْ نَهَارًا فَجَعَلْنَاهَا حَصِيدًا كَأَن لَّمْ تَغْنَ بِالأَمْسِ كَذَلِكَ نُفَصِّلُ الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَDünya hayatinin durumu, gökten indirdigimiz bir su gibidir ki, insanlarin ve hayvanlarin yiyeceklerinden olan yeryüzü bitkileri o su sayesinde gürlesip birbirine girer. Nihayet yeryüzü zinetini takinip, (rengârenk) süslendigi ve sahipleri de onun üzerinde kudret sahibi olduklarini sandiklari bir sirada, bir gece veya gündüz ona emrimiz (âfetimiz) gelir de onu sanki dün yerinde yokmus gibi kökünden koparilarak biçilmis bir hale getiririz. Iste iyi düsünecek kavimler için âyetlerimizi böyle açikliyoruz.(HÛD suresi 16. ayet):
أُوْلَـئِكَ الَّذِينَ لَيْسَ لَهُمْ فِي الآخِرَةِ إِلاَّ النَّارُ وَحَبِطَ مَا صَنَعُواْ فِيهَا وَبَاطِلٌ مَّا كَانُواْ يَعْمَلُونَIste onlar, ahirette kendileri için atesten baska hiçbir seyleri olmayan kimselerdir; (dünyada) yaptiklari da bosa gitmistir; yapmakta olduklari seyler (zaten) bâtildir.(RA’D suresi 26. ayet):
اللّهُ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاء وَيَقَدِرُ وَفَرِحُواْ بِالْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا فِي الآخِرَةِ إِلاَّ مَتَاعٌAllah diledigine rizkini bollastirir da daraltir da. Onlar dünya hayatiyla simardilar. Oysa ahiretin yaninda dünya hayati, geçici bir faydadan baska bir sey degildir.(IBRÂHIM suresi 3. ayet):
الَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الآخِرَةِ وَيَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا أُوْلَـئِكَ فِي ضَلاَلٍ بَعِيدٍDünya hayatini ahirete tercih edenler, Allah yolundan alikoyanlar ve onun egriligini isteyenler var ya, iste onlar (haktan) uzak bir sapiklik içindedirler.(NAHL suresi 107. ayet):
ذَلِكَ بِأَنَّهُمُ اسْتَحَبُّواْ الْحَيَاةَ الْدُّنْيَا عَلَى الآخِرَةِ وَأَنَّ اللّهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَBu (azap), onlarin dünya hayatini ahirete tercih etmelerinden ve Allah’in kâfirler toplulugunu hidayete erdirmemesinden ötürüdür.(KEHF suresi 28. ayet):
وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُم بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْ تُرِيدُ زِينَةَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلَا تُطِعْ مَنْ أَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَن ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوَاهُ وَكَانَ أَمْرُهُ فُرُطًاSabah aksam Rablerine, O’nun rizasini dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatinin süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan gafil kildigimiz, kötü arzularina uymus ve isi gücü asirilik olan kimseye boyun egme.(KEHF suresi 45. ayet):
وَاضْرِبْ لَهُم مَّثَلَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا كَمَاء أَنزَلْنَاهُ مِنَ السَّمَاء فَاخْتَلَطَ بِهِ نَبَاتُ الْأَرْضِ فَأَصْبَحَ هَشِيمًا تَذْرُوهُ الرِّيَاحُ وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ مُّقْتَدِرًاOnlara sunu da misal göster: Dünya hayati, gökten indirdigimiz bir su gibidir ki, bu su sayesinde yeryüzünün bitkisi (önce gelisip) birbirine karismis; arkasindan rüzgârin savurdugu çerçöp haline gelmistir. Allah, her sey üzerinde iktidar sahibidir.(KEHF suresi 46. ayet):
الْمَالُ وَالْبَنُونَ زِينَةُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَالْبَاقِيَاتُ الصَّالِحَاتُ خَيْرٌ عِندَ رَبِّكَ ثَوَابًا وَخَيْرٌ أَمَلًاServet ve ogullar, dünya hayatinin süsüdür; ölümsüz olan iyi isler ise Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayirli, hem de ümit baglamaya daha lâyiktir.(TÂHÂ suresi 129. ayet):
وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِن رَّبِّكَ لَكَانَ لِزَامًا وَأَجَلٌ مُسَمًّىEger Rabbinden, daha önce sâdir olmus bir söz ve tayin edilmis bir vâde olmasaydi, (ceza onlar için de dünyada) kaçinilmaz olurdu.(TÂHÂ suresi 131. ayet):
وَلَا تَمُدَّنَّ عَيْنَيْكَ إِلَى مَا مَتَّعْنَا بِهِ أَزْوَاجًا مِّنْهُمْ زَهْرَةَ الْحَيَاةِ الدُّنيَا لِنَفْتِنَهُمْ فِيهِ وَرِزْقُ رَبِّكَ خَيْرٌ وَأَبْقَىSakin, kendilerini denemek için onlardan bir kesimi faydalandirdigimiz dünya hayatinin çekiciligine gözlerini dikme! Rabbinin nimeti hem daha hayirli, hem de daha süreklidir.(SUARA suresi 60. ayet):
فَأَتْبَعُوهُم مُّشْرِقِينَDerken (Firavun ve adamlari) gün dogumunda onlarin ardina düstüler.(SUARA suresi 61. ayet):
فَلَمَّا تَرَاءى الْجَمْعَانِ قَالَ أَصْحَابُ مُوسَى إِنَّا لَمُدْرَكُونَIki topluluk birbirini görünce, Musa’nin adamlari: Iste yakalandik! dediler.(KASAS suresi 60. ayet):
وَمَا أُوتِيتُم مِّن شَيْءٍ فَمَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَزِينَتُهَا وَمَا عِندَ اللَّهِ خَيْرٌ وَأَبْقَى أَفَلَا تَعْقِلُونَSize verilen seyler, dünya hayatinin geçim vasitasi ve süsüdür. Allah katinda olanlar ise, daha hayirli ve daha kalicidir. Hâla buna akliniz ermeyecek mi?(ANKEBÛT suresi 64. ayet):
وَمَا هَذِهِ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَإِنَّ الدَّارَ الْآخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَBu dünya hayati sadece bir eglenceden, bir oyundan ibarettir. Ahiret yurduna (oradaki hayata) gelince, iste asil yasama odur. Keske bilmis olsalardi!(RÛM suresi 7. ayet):
يَعْلَمُونَ ظَاهِرًا مِّنَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَهُمْ عَنِ الْآخِرَةِ هُمْ غَافِلُونَOnlar, dünya hayatinin görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise, onlar tamamen gafildirler.(FATIR suresi 6. ayet):
إِنَّ الشَّيْطَانَ لَكُمْ عَدُوٌّ فَاتَّخِذُوهُ عَدُوًّا إِنَّمَا يَدْعُو حِزْبَهُ لِيَكُونُوا مِنْ أَصْحَابِ السَّعِيرِÇünkü seytan, sizin düsmaninizdir, siz de onu düsman sayin. O, kendi taraftarlarini ancak ates ehlinden olmaya çagirir.(MÜ’MIN suresi 39. ayet):
يَا قَوْمِ إِنَّمَا هَذِهِ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا مَتَاعٌ وَإِنَّ الْآخِرَةَ هِيَ دَارُ الْقَرَارِEy kavmim! Süphesiz bu dünya hayati, geçici bir eglencedir. Ama ahiret, gerçekten kalinacak yurttur.(SÛRÂ suresi 20. ayet):
مَن كَانَ يُرِيدُ حَرْثَ الْآخِرَةِ نَزِدْ لَهُ فِي حَرْثِهِ وَمَن كَانَ يُرِيدُ حَرْثَ الدُّنْيَا نُؤتِهِ مِنْهَا وَمَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِن نَّصِيبٍKim ahiret kazancini istiyorsa, onun kazancini arttiririz. Kim de dünya kârini istiyorsa ona da dünyadan bir seyler veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz.(SÛRÂ suresi 34. ayet):
أَوْ يُوبِقْهُنَّ بِمَا كَسَبُوا وَيَعْفُ عَن كَثِيرٍYahut yaptiklari yüzünden onlari helâk eder. Birçogunu da affeder (kurtarir).(ZUHRUF suresi 32. ayet):
أَهُمْ يَقْسِمُونَ رَحْمَةَ رَبِّكَ نَحْنُ قَسَمْنَا بَيْنَهُم مَّعِيشَتَهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَرَفَعْنَا بَعْضَهُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِيَتَّخِذَ بَعْضُهُم بَعْضًا سُخْرِيًّا وَرَحْمَتُ رَبِّكَ خَيْرٌ مِّمَّا يَجْمَعُونَRabbinin rahmetini onlar mi paylastiriyorlar? Dünya hayatinda onlarin geçimliklerini aralarinda biz paylastirdik. Birbirlerine is gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kildik. Rabbinin rahmeti onlarin biriktirdikleri seylerden daha hayirlidir.(AHKAF suresi 20. ayet):
وَيَوْمَ يُعْرَضُ الَّذِينَ كَفَرُوا عَلَى النَّارِ أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ فِي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا وَاسْتَمْتَعْتُم بِهَا فَالْيَوْمَ تُجْزَوْنَ عَذَابَ الْهُونِ بِمَا كُنتُمْ تَسْتَكْبِرُونَ فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَبِمَا كُنتُمْ تَفْسُقُونَInkâr edenler atese arzolunacaklari gün (onlara söyle denir): Dünyadaki hayatinizda bütün güzel seylerinizi harcadiniz, onlarin zevkini sürdünüz. Bugün ise yeryüzünde haksiz yere büyüklük taslamanizdan ve yoldan çikmanizdan dolayi alçaltici bir azap göreceksiniz!(Muhammed suresi 36. ayet):
إِنَّمَا الحَيَاةُ الدُّنْيَا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَإِن تُؤْمِنُوا وَتَتَّقُوا يُؤْتِكُمْ أُجُورَكُمْ وَلَا يَسْأَلْكُمْ أَمْوَالَكُمْDogrusu dünya hayati ancak bir oyun ve eglencedir. Eger iman eder ve sakinirsaniz Allah size mükâfatinizi verir. Ve sizden mallarinizi (tamamen sarfetmenizi) istemez.(HADÎD suresi 20. ayet):
اعْلَمُوا أَنَّمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَزِينَةٌ وَتَفَاخُرٌ بَيْنَكُمْ وَتَكَاثُرٌ فِي الْأَمْوَالِ وَالْأَوْلَادِ كَمَثَلِ غَيْثٍ أَعْجَبَ الْكُفَّارَ نَبَاتُهُ ثُمَّ يَهِيجُ فَتَرَاهُ مُصْفَرًّا ثُمَّ يَكُونُ حُطَامًا وَفِي الْآخِرَةِ عَذَابٌ شَدِيدٌ وَمَغْفِرَةٌ مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَانٌ وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِBilin ki dünya hayati ancak bir oyun, eglence, bir süs, aranizda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteginden ibarettir. Tipki bir yagmur gibidir ki, bitirdigi ziraatçilerin hosuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsari oldugunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardir. Yine orada Allah’in magfireti ve rizasi vardir. Dünya hayati aldatici bir geçimlikten baska bir sey degildir.(TEGÂBÜN suresi 15. ayet):
إِنَّمَا أَمْوَالُكُمْ وَأَوْلَادُكُمْ فِتْنَةٌ وَاللَّهُ عِندَهُ أَجْرٌ عَظِيمٌDogrusu mallariniz ve çocuklariniz sizin için bir imtihandir: Büyük mükâfat ise Allah’in yanindadir.

EBÛ ZER EL-GIFÂRÎ: Yağmacılıktan Yağmur Olmaya

Yağmacıların içinde Ebû Zer de vardı. İri yapılı, uzun boylu, gür saçlı, esmer adam... Kervanların kâbusu. Bildiğinden şaşmayan korkutucu. Çölü ezbere bilen Bedevî. Öyle bir kabileye mensup ki haram aylarda bile haramiliği sürdürüyor. Gıfar kabilenin adı. Gıfarlı Cündeb b. Cünâde, namı diğer Ebu Zer'in kavmindekilere benzemeyen bir yüzü daha var: Putlara tapmıyor! Bu yüzden bir peygamberin varlığını duyar duymaz koşuyor Mekke'ye. Adresini soruyor O'nun. Cevabın içindeki taş ve kemik parçaları, kanlar içerisinde bırakıyor onu. Yine de işaret edilen eve girmekte tereddüt etmiyor. Bu İslâm'a girişi demek. Hz. Ebu Bekir'e Müslüman olmadan önce de putlara tapmadığını söylüyor. "Nereye yönelirdin?" sorusunu ise, "Bilmiyorum," diye cevaplıyor ve ekliyor: " Nereye yöneltirse Allah!" İlk dörde ya da beşe giriyor yarışta. Yani ilk müslümanların arasına. Heyecanla, "Dinimi açıkça haykırmak istiyorum!" diyor Son Peygamber'e hemen. "Öldürülmenden endişe ederim!"cevabını alıyor. "Beni öldürseler de yapacağım bunu!" cümlesiyle geliyor ısrar. Susuyor Hz. Peygamber.

Kâbe'nin yanında şehadet getiriyor coşkuyla. Üzerine yürüyorlar anında. Öldü sanarak bıraktıklarında morarmış bir beden kalıyor geride. "Seni bundan alıkoymuştum!" diyor Peygamber üzüntüyle. " Bunu yapmalıydım!"diyor Ebu Zer. Ertesi gün yine aynı yerde. Yine ilan ediyor Muhammed (sav)'in Allah'ın elçisi olduğunu. Yine dövülüyor kıyasıya. Baktı ki olmayacak, kabilesine göndererek uzaklaştırıyor Mekke'den onu Rasûl. " Onları İslam'a davet et ve çağırılana kadar gelme!" diyor. Ebu Zer, yağmacıların arasına dönüyor ve rahmet yağmuru gibi yağıyor üstlerine. Yeşeriyor çöl. Yarısı müslüman oluyor Gıfar Kabilesi'nin. Ve bir gün koşuyor tekrar efendisine. "Es-Selâmu aleyke Ya Rasûlallah!"diye selamlıyor Nebî'yi. "Ve Aleykesselam!" diye cevaplıyor Hz. Peygamber. Birbirlerine rahmet ve esenlik diliyorlar. İslâm'ın selamını ilk veren kişi oluyor Ebu Zer. Ve beş meşale veriliyor eline: Zayıfları sevmek, üstlere değil altlara bakıp şükretmek nimetlere, zor da olsa hep hakkı söylemek, Allah yolunda kınamasından korkmamak kimsenin!

Uhud Savaşı'ndan sonra hicret ediyor Medine'ye. Ashab-ı Suffa denen o güzel yoksullar içinde yerini alıyor. Soruları yağmur damlaları gibi düşüyor Mescid-i Nebevî'ye: " gerçek müslüman kimdir?", "Peki en en kâmil mümin?"," En hayırlı hicret hangisidir?", "En büyük âyet hangisidir?"... Cevaplar sağnak halinde yağıyor: "Gerçek Müslüman, insanların elinden ve dilinden emin olduğu, zarar vermekten uzak olandır.", " En kâmil mümin, en güzel huylu olandır.", "En hayırlı hicret, günahları terk etmektir.", " En büyük âyet Âyetü'l- Kürsî'dir."... Akşam olduğunda Suffelileri paylaşıyor Medineli zenginler akşam yemeği için. Ebu Zer gitmiyor. O hep geride kalan beş on kişiyle birlikte Hz. Peygamber'in yanında yemek yemeyi tercih ediyor ve yemekten sonra mescidde uyuyor arkadaşlarıyla. Kim bilir ne rüyalar görüyorlar!

Rüyalarını bilmesek de kâbuslarını biliyoruz Ebu Zer'in: Mal yığan zenginler... "İnsanlar ölmek için doğuyorlar, yıkılması için inşa ediyorlar, geçici olana tutkuyla sarılıp, kalıcı olanı fırlatıp atıyorlar. Ah! İnsanların hoşlanmadığı iki şey aslında ne güzeldir: Ölüm ve yoksulluk!" diyerek yükseltiyor kulluk çıtasını. Zenginlerin farkına varamadıkları bir hırsla kendilerini katlettiklerini düşünüyor. Ona göre ancak iki şey gözetilebilir yeryüzünde: Helal rızık ve âhireti kazanmak. Üçüncü bir amacı varsa insanın zarardadır. Hem ihtiyacı olandan fazlasına tamah etmek de ne! "Malın iki dirhem olsun! Birini ailen için harca, diğerini ahiretin için, bir üçüncü dirhem sana yarar değil zarar verir!", "İki dirhemi olanın hesabı bir dirheme sahip olandan daha zordur!", "Bir keseye atılıp ağzı bağlanan her altın ve gümüş tanesi, sahibini yakacak birer kordur, ta ki onu Allah yolunda harcayıncaya kadar.", "Şu insanların haline bak! Tövbekârlar dışında çoğunda hayır yoktur!" Ebu Zer'in cümleleri oklar gibi yağınca zenginlerin üstüne, sevilmeyen biri oluyor. "Ne oldu! Bir topluluğun yanına oturunca bırakıp gidiyorlar seni!" diye soruyorlar ona. Ebu Zer'in gülümsemesinde yangın çıkıyor: "Çünkü ben onlara ‘mal yığmayın!' diye emrettim!"

"Gökkubbenin altında ve yeryüzünün üstünde Ebû Zer'den daha doğru sözlü kimse yoktur!" demişti Son Peygamber, bu mert sahabî için. (Tirmizî,"Menâkıb",35; İbn Mâce,"Mukaddime",11) "Ebû Zer yeryüzünde Meryemoğlu Îsa'nın zühdüyle yürür." sözüyle sırlamıştı o aynayı.( Tirmizî, "Menâkıb", 35) Mizacının emirliğe uygun olmadığını düşünerek emîr olmasına izin vermese de, ölüm döşeğindeyken yanına çağırıp kucaklamıştı onu. "Sen iyi bir adamsın, sâlihsin, benden sonra çeşitli imtihan ve belalar gelecek sana!" demişti. Nasıl mı karşılık vermişti Ebu Zer? Kulak verelim muhteşem cevabına: "Merhabalar. Hoş gelsin, safalar getirsin Allah'ın izniyle!"

Hoş ve safalar getirdi ona her imtihan. Oğlunu kaybetti bir baskında. Hz. Ömer'le Kudüs'e girdi, Amr bin Âs'la Mısır'a. Anadolu fethedilirken oradaydı. Kıbrıs fethedilirken orada. Sultanların baskılarına boyun eğmedi. Boyun eğmedi konuşma yasağına. Susmaması üzerine Medine'ye üç mil mesafedeki Rebeze'ye sürüldü. Kendi arzusuyla gitti diyenler de var. Hz. Ali ve oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, Ammar b. Yâsir ve Âkil b. Ebû Tâlib yanında yürüyerek uğurladılar onu. Uğurladılar, yaklaşmıştı büyük yolculuğu. İki sene bu tenha diyarda tefekkür etti bir başına. Ve 653 yılının Temmuzunda teslim etti ruhunu.

Ölmeden önce bir kafile geçti Rebeze'den. Kaderin kafilesi. Kûfe'den dönen İbn Mes'ûd vardı kafilenin başında. Hz. Peygamber'in "Sizden biri ıssız çölde ölür ve ona bir grup mümin rastlar," hadisi tecelli etti. İbn Mes'ud "Allahu Ekber!" diyerek kaldırdı elini. Çölde bir avuç mümin cenaze namazını kılarken, o hep şu cümleyle gülümsedi: " Allah'a yemin ederim ki hepiniz dünyaya sarıldınız!"

SELMÂN-I FÂRİSÎ: Ateşten Nura, Mabih'den Selmânu'l- Hayr'a

Ateşin büyütüldüğü bir Mecusî evinde doğdu Mabih. O büyüdükçe ateş küçüldü. Baba ateşten bir tanrı yontsa da çocuğa, çocuk ateşi çoktan söndürmüş, hakikati öğrenebilmek için yanıp tutuşuyordu. Aklı geleneklere kurban etmedi Mabih. İsfahan’ın Cey beldesinde başlayıp Medine’de sona eren yolculuğu boyunca elini bırakmadı onun. Akıl sahihse şayet, merdivenin trabzanı gibi eşlik ederdi yükselişe. İşte ilk basamak: Mabih tarlalarda dolaşırken karşısına çıkan Kilise’yle kıyaslıyor evlerindeki ateşi. Görünmeyen bir tanrıya iman, ateşi dumana çevirip yakıyor gözlerini. Ona “Hangi din gerçektir?” sorusunu sorduruyor. Cevapta endişe var: “Yoksa babanın dininden başka bir din mi arıyorsun?” Endişeye mahal yok. “ Hayır! Göklerin ve yerin Rabbini arıyorum!”

Biricik oğlunu hapsediyor baba. Şam’a giden kervanla kaçıyor çocuk. İkinci basamakta bir rahip var. Şam’ın büyük âlimidir diye bağlansa da kapısına, çok geçmeden yoksulların hakkının küpünde biriktiğini fark edip soğuyor ondan. Üçüncü basamakta başka bir rahip var. Bu kez karar isabetli. Rahip dindar ancak ölüm yakın. Mabih yeni bir adres istiyor ondan ölmeden önce. Yeni adres: Musul. İşaret edilen zat yine salih bir rahip. Fakat ölüm yine yakın. Mabih ondan da bir işaret bekliyor. Bu kez parmak Amuriyye’deki (Sivrihisar ) bir rahibi gösteriyor. Mabih yeniden yollara düşüp ilme talip oluyor. Ancak bir müddet sonra beşinci durağa da uğrayan ölüm, rahibe Mabih’i titreten şu sözleri söyletiyor: “ İbrahim(as)’in ailesinden bir adamın çıktığını duyacaksın. Gidebilirsen O (sav)’na git. Çünkü o hak dini getirmiştir. Bu peygamberin alametlerine gelince: Kavmi onu sihirbaz, mecnun ve kahin diyerek reddedecektir. O hediyeyi kabul edip yiyecek, sadakadan ise yemeyecektir. İki kürek kemiğinin arasında peygamberlik mührü vardır.”

Ve beş duraktan sonra başlıyor asıl yolculuk. Medine’den gelen tüccarlar “İbrahim(a.s) soyundan bir adam”dan söz ediyorlar hararetle. Mabih heyecanla Medine’ye gitmek istediğini söylüyor kervancıya. Kervancı bunun karşılığında ne vereceğini soruyor Mabih’e. “ Sana verecek bir şeyim yok. Fakat kölen olurum.”diyor Mabih. Kervancı teklifi kabul ediyor. Mabih’in sırtında ve göğsünde yaralar çıkıyor çalışmaktan hurma bahçelerinde. Şikayetçi değil, çünkü arıyor. Yaşlı bir Farisî kadından “Peygamberliğini açıklayan adam”ın yerini öğreniyor sonunda. Sonunda biraz hurma toplayıp koşuyor ona. “Nedir bu? Sadaka mı hediye mi?”diye soruyor Allah’ın elçisi. Sadaka olduğunu öğrenince yemiyor ondan, ancak ikram ediyor ashabına. Ertesi gün yine koşuyor Elçi’ye Mabih. Bu kez hediye hurmalar var elinde. Hediyeyi kabul ediyor Elçi ve yiyor ondan. Dahası Mabih’in sırtındaki mühre bakmaya çabaladığını görüp, ridasını çıkarıyor. İşte mühür! Mabih öpüyor mührü ve sarılıyor Nebî’ye. Nebî: “Git ve özgürlüğünü satın al!”diyor ona.

Özgürlüğün bedeli üç yüz hurma fidanı ve kırk ukiyye altın. Sahabiler hurma fidanı taşıyor kardeşlerine. Hz. Peygamber kendi elleriyle dikiyor hurmaları. Kırk ukiyye altın yerine ulaştırılıyor. Mabih’in adını Selman koyuyor Nebî. Selman, gazvelerde sancaktarlık yapıyor. On kişinin kazdığı hendeği tek başına kazıyor Hendek savaşında. Selmanu’l- Hayr (Hayırlı Selman) lakabını veriyor bu yüzden ona Peygamber. Selman sadece bedenini değil ruhunu da azad eden “Elçi”yi “ölçü” yapıyor hayatında.“Hiç kimse elinin emeğinden daha değerli bir şey yememiştir” Hadisi ona hurma dallarından sepetler ördürüyor. Evindeki eşyaları fazla buluyor ve “Dostum(Peygamber), bana bunları edinmeyi tavsiye etmedi. O (sav) dünyadaki eşyamın bir yolcunun yanında taşıdıkları gibi olmasını tavsiye etti.” diyerek dışarıya çıkarılmasını istiyor eşinden. Evlendiğinde “Eşini nasıl buldun?” diye soran arkadaşlarına “Yüce Allah örtüleri, perdeleri kapıları içeridekileri gizlemek için var etmiştir.” diyerek Hz. Peygamber’in, yatak sırlarını veren kimseleri sokakta çiftleşen hayvanlara benzettiğini hatırlatıyor.

Selman’ın hatırlattığı başka şeyler de var. Kendisini mukaddes topraklara çağıran Ebu’d-Derda’ya, “Toprak ve muhit insanı yüceltmez, insanı ancak amelleri yüceltir,”diyerek dinin özüne işaret ederken, bir sinek yüzünden iki adamdan birinin cennete diğerinin cehenneme girdiğini söyleyerek “küçük şey yoktur” gerçeğine dikkati çekiyor. “Ailenin senin üzerinde hakkı vardır. Geceleri namaz kıl, ama uyu da. Gündüzleri oruç tut, ama ara da ver” diyerek dengeye davet ederken, dünya maişetini temin etmenin kaygılardan uzaklaşıp ibadete yönelmedeki olumlu rolünden bahsediyor. Selman hikmeti öylesine önemsiyor ki, “Burada namaz kılacak temiz bir yer var mı?” diye sorduğu kafir bir kadının “ Sen temiz bir kalp bulmaya bak, namazı ise dilediğin yerde kıl” sözüyle sarsılıyor ve “Kafir bir kadının kalbinden çıkan hikmetli söze bak!” diyor yanındaki arkadaşına.

Hz.Ömer zamanında Medâin şehrinin valiliğini yapıyor Selman-ı Fârisî. Ne vali! Otuz bin kişiye hutbe okuduğu zamanlarda bile iki parçadan oluşan bir giysisi var! Bu iki parçadan birini seccade olarak kullanıyor, diğerini ise giyiyor. Başka elbisesi yok. Valilik maaşını yoksullara dağıtıp, el emeği ile geçiniyor. Topraktan çanak yapıp üç dirheme satıyor. Onun bir dirhemi ile yeni malzeme alıyor, bir dirhemini sadaka veriyor, bir dirhemiyle ise evinin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor. Süslü sözlerle halk nazarındaki makamını parlatmak yerine hakikatin solmaz nurunu paylaşıyor ömrü boyunca. Bir keresinde onun geldiğini duyan bin kişi koşuyor mescide. Selman, ayakta kendisini görmeye çalışan insanları oturmaya davet ettikten sonra Yusuf Suresi’ni okumaya başlıyor. O da ne! Topluluk dağılmaya başlıyor. Bin kişiden geriye yüz kişi kalıyor yalnız. Bunu gören Selman, o kalbi ince adam, okumasını kesip kalkıyor ayağa. Kükrüyor Selman, bütün zamanların müslümanlarına:

“Siz yaldızlı sözler istiyordunuz! Ben size Allah’ın kitabını okuyunca çekip gittiniz!”

EBU HUREYRE: Güneşin Kulluğundan Rahmanın Kulluğuna

Tarih künyeleriyle tanıyor onu. İsmi lakaplarına yenilenlerden o. Farklı zamanların mühürlerini vuran iki adı var: “Güneşin Kulu” ve “Rahman’ın Kulu”. Cahiliye döneminde ismi “Güneşin Kulu-Abduşşems”, lakabı “Kediciğin Babası-Ebu Hureyre”. Hz. Peygamber ona lakabıyla hitap etmeye devam etmiş, ancak Müslüman olduktan sonra ismini “Rahman’ın Kulu-Abdurrahman” olarak değiştirmişti. Bu geniş omuzlu, kızıl sakallı, siyah sarıklı esmer adama çocukluğunda çobanlık yaparken küçük kedisiyle oynamayı sevdiği, onu kollarında gezdirdiği için verilmişti lakabı. Merhamet ve sevgi, Nebî’nin dudaklarında yeni bir anlam libasına dönüşmüş, Abdurrahman b. Sahr’a giydirilen bu sevimli giysi ona çok yakışmıştı. Hayber’in fethi sırasında Yemen’de Müslüman olup Medine’ye hicret eden Ebu Hureyre, Kâinat Güneşi’nin yörüngesine girerek ölene kadar O’nun çekim alanında kalmış, hafızasıyla sırladığı aynasıyla o nuru gelecek zamanlara yansıtmıştı. Üç yıl boyunca savaşta, barışta, evde, çölde, yolculukta, ikamette ve hacda hep O’nun yanındaydı. “Suffe Ehli” denen o 70 muhteşem yoksulun en bilgini, makamca en üstünüydü. Hz. Peygamber’i büyük bir sevgiyle seviyor, O’na olan yakınlığının yeryüzünün bütün nimetlerinden daha hayırlı olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden sünnet-i seniyyeye sıkı sıkı sarılıyor, takvanın sınırlarını bu muhabbet haritasıyla belirliyordu. İyiliği emredip kötülükten sakındırmanın bu haritanın hayat veren nehirlerinden biri olduğuna inanan Ebu Hureyre, bu coşkun nehre zenginlerin sed çekmesine izin vermiyor, hakkı kaim kılmak için zenginle fakir arasında bir ayrım gözetmiyordu.

İlme olan düşkünlüğü onu Hz. Peygamber’in katında ayrıcalıklı kılıyor, iltifatın en kıymetlisiyle taçlandırıyordu. “Senden önce bana kimse bu soruyu sormamıştı!” diyen Hz. Peygamber’in yüzü aydınlanıyor, kıyamet günü şefaatine nail olacak en mutlu kişileri açıklıyordu: “Bütün kalbiyle ve benliğiyle ‘Lâ ilâhe illallah’ diyenler”. Öte yandan Hz. Peygamber’e olan sevgisini, “Seni görünce mutlu oluyorum! Gözüm gönlüm aydınlanıyor” sözleriyle ifade etmeye çalışan Ebu Hureyre’ye Hz. Peygamber: “İlim Kabı” adını veriyordu. Zira onun nebevî bir duayla sırlanmış güçlü bir hafızası vardı.

Zeyd bin Sâbit’in anlattığına göre bir gün Hz. Peygamber mescidde bazı sahabilerinin yanına gelmiş, “Her biriniz Allah’tan bir dilekte bulunsun!” buyurmuştu. Zeyd bin Sâbit ve bir başka sahabî dua etmiş, Hz. Peygamber de “Amin” demişti. Sıra Ebu Hureyre’ye gelince “Allah’ım senden iki arkadaşımın istediklerini ayrıca unutulmayan bir ilim dilerim” demiş, Hz. Peygamber de bu duaya “âmin” demişti. Bunun üzerine Zeyd ve diğer arkadaşı, ”Ey Allah’ın Resûlü! Biz de Allah’tan unutulmayan bir ilim isteriz” demişler, Hz. Peygamber gülümseyerek şu cevabı vermişti onlara: “Devsli genç sizden önce davrandı!”

Bir başka rivayete göre “Kediciğin Babası”, Hz. Peygamber’in, “Kim cübbesini yere serer de ben sözümü bitirdikten sonra toplarsa benden duyduğunu bir daha unutmaz!” sözünü duyar duymaz cübbesini yere sermiş, o günden sonra Hz. Peygamber’den duyduğu her şeyi aklında tutmuş, unutmamıştı. İlâhî bir sorumlulukla harfi harfine ezberlediği yüzlerce hadis-i şerîfe kendine ait bir sözün karışmaması için, “Bu benim kesemden” diye dikkat çekerdi Ebu Hureyre.

Kulluk bilinci, gündüzlerini oruca, gecelerini namaza ayırmıştı. Yoksulluğu ve Suffe Ehli’nden oluşu evliliğini Hz. Peygamber zamanından sonraya ertelemişse de, bir aile oluşturduktan sonra dahi aynı hassasiyeti eşi ve kızının da dahil olduğu teheccüd şehrâyinleriyle devam ettirmişti. Nöbetleşe uyanıyorlar, geceyi dilimlere ayırıp namazla aydınlatıyorlardı. Bir lokma ekmek bulamadıkları günlerden sevgiyle söz ediyorlar, öğrendikleri bir âyetin açlıklarını nasıl unutturduğunu anlatıyorlardı. Geceyi üçe ayırırdı Ebu Hureyre: Üçte birinde uyur, üçte birinde namaz kılar, üçte birinde Hz. Peygamber’in hadisleri üzerinde düşünürdü. Evine geldiğinde, yiyecek bir şey olup olmadığını ailesine sorar, ”yok” cevabını aldığında, tebessümünü çürütmeden, “Olsun, ben oruçluyum” derdi. O kadar kanaatkârdı ki; bir avuç hurmayla bütün gününü geçirir, bu nimetin şükrünü eda edebilmek için her vesileyle Allah’ı anardı. Yokluğa rağmen misafiri sever, azığını paylaşmakta tereddüt etmezdi. O günlerde üç cümlelik bir biyografisi vardı: “Yetim büyüdüm. Yoksul olarak hicret ettim. Karın tokluğuna çalışan bir işçiydim.”

İlimde yükseldikten sonra Hz. Peygamber tarafından İslam’ı yayması için Bahreyn’e gönderildi. Daha sonra Hz.Ebu Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde de aynı yerde imamlık, müezzinlik ve valilik gibi görevlerde bulundu, müslümanların meselelerini çözdü, tevazuyla çalıştı. Hoşsohbet ve nüktedandı. Medine valisi Mervan’a vekalet ettiği bir gün, hurma lifinden bir başlığı kafasına geçirip eşeğe binmiş, çarşıda bineğini koşturuyor, karşısına çıkanlara “Yol açın, emir geliyor!” diye bağırıyordu. Çocuklarla oynamaktan, onları sevindirmekten büyük haz alırdı. Geceleri oynadıkları “Karga oyunu”na gizlice katılır, sonunda ayaklarını yere vurarak onları şaşırtır ve güldürürdü. Ebu Rafi’yi davet ettiği akşam yemeğini “Buyurun emirin yemeğinden!” diyerek yağlı suyun içinde kuru ekmek sunmuştu.

Hz. Peygamber’in vefatından sonra Mescid-i Nebevî’de ne zaman hadis rivayet etse gözyaşlarına boğulan Ebu Hureyre ilim ve fedakârlık üzerine bina ettiği dünya hayatını 78 yaşında tamamladı ve Medine’deki Cennetü’l-Bakî’a defnedildi. Bâki kalan onun rivayet ettiği bini aşkın hadis-i şerif oldu. Yüzlerce yıldır dünyanın neresinde bir Müslüman Hz. Peygamber’den bir hadis rivayet etse onun adı da anılıyor: “Ebu Hureyre (r.a)’nin rivayet ettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:” sözü milyonlarca dudağı süslüyor.

MUS'AB BİN UMEYR:Aynaların Önünden Ayna Olmaya

Adımlarıyla yangın çıkartan gencin, kömürden pencerelerinin önünden ne zaman geçeceğini merak ediyor Mekkeli kızlar. Asaletin, ince hattıyla resmettiği yüzünü ne zaman çerçeveleyeceğini sokaklarının. Kokusunu taşıyan rüzgârın bölüşülemediği pazarlarda fiyatlar yükselip duruyor hep. Hep alışverişe gitmeye hazırlanıyor Mus’ab. Hep alışverişten dönüyor. Sahip olduklarıyla sahip olmadıklarını satın alıyor hep. Üzerine titreyen zengin bir anne babaya sahip olmak, sahip olduğu şeyleri çoğaltıyor: Kervancılar en iyi kumaşlarını, en güzel kokularını, en nadir yemişlerini onun için taşıyorlar. Hadremut, onun ayaklarına bir çift ayakkabı yapabilmek için onlarca ceylanı çölden koparmaya hazır. Mus’ab’a yalnız ailesi değil kader de cömertliğini esirgemiyor: Güzel bir yüz, biçimli bir beden, gür ve kıvırcık saçlar, zekâ, akıl, hitabet ve bu harikulade harmanı koruyan soyluluk… Aklı, taşlara tanrı rolü verilmesini yadırgıyor. Taşlar yerli yerine oturunca da bir boşluk çıkıyor ortaya; neyle dolduracağını bilmediği. “Görün bana hakikat!”dese de her gün, hakikat komutla ortaya çıkmıyor. O günlerde “arayanlar”ın yolu ise mutlaka Erkam’ın Evi’ne çıkıyor. Zira Mekke’nin bu esrarengiz evi bir mücevher mahfazası gibi saklıyor hakikati.

Kapıyı bir kölenin açması doğal, peki köleyle efendinin birbirlerine sarılıp ağlaşmaları! Eski bir köle Habbab bin el-Eret, yeni bir kul Mus’ab bin Umeyr! Çünkü açılan kapıdan girdi içeriye ve O’na götürüldü. Çünkü O’nun yüzünü gördü ve dudaklarındaki her kelimenin, hakikatin nadide parçaları olduğunu fark etti birden. Mus’ab hayatının en büyük alışverişini işte o gün gerçekleştirdi. Erkam’ın evinden çıkarken her şeyini bıraktı orada. Bütün elbiseleri eskimiş, bütün ayakkabıları delinmiş, bütün yemişleri çürümüştü. Bütün sevgililere sevgilerini, bütün çiçeklere kokularını geri vermişti. Erkam’ın evinden çıkarken yanında yalnız kalbi vardı. Bir bahar temizliğinin ardından Son Peygamber’in kelimeleriyle boyanan kalbi.

Vücutta öyle bir parça vardı ki o değiştiğinde her şey değişirdi. Böyle diyordu Nebî. O değişti. Her şey değişti Mus’ab’ın hayatında. Öncelikleri göz açıp kapayıncaya kadar yerlerini terk ettiler. Hz. Peygamber’in(sas) yanında olma, namaz ve İslâm’a dâvet doldurdu boşalan yerleri. Osman bin Talha onu çarşılarda ararken namazda bulunca dehşetle koştu ailesine. Annesi Hamne’ye, “Oğlun namaz kılıyor!” dedi büyüyen gözlerle. “Demek namaz kılıyor!” dedi anne bir belaya uğramışçasına. Üzerine titrediği, kendi elleriyle giydirip, güzel kokular sürdüğü oğlu namaz kılıyordu ha! Sözle ikna edilemeyince dininden dönmeye, baba evinin mahzenine hapsedildi Mus’ab. Annesinin ve babasının gardiyanlığında günlerce aç susuz kaldı. Habeşistan yolu görünmüştü kapı aralandığında.

İki kez Habeşistan’a hicret etti; zira değişmemişti Mekke. Yumuşamamıştı siyah kayalar. Fakat güvende olmak da neydi Habeşistan’da, Mekke’deyken Peygamber. Sonunda dayanamayıp döndü yurduna. Burada sözü bırakalım Hz. Ali’nin dudaklarına: “Rasûlullah ile oturuyorduk. Bu sırada Mus’ab bin Umeyr geldi. Yamalı bir elbise vardı üzerinde. Bu manzara karşısında gözyaşları hücum etti mübarek gözlerine Rasûlullah’ın ve dilinden şu kelimeler döküldü: ‘Kalbini yüce Allah’ın aydınlattığı şu adama bakın! Anne ve babası en iyi yiyecekleri ve içecekleri sunuyordu ona. O Allah için her şeyi terk etti. Allah ve Rasûlü’nün sevgisidir onu bu hale getiren!’”.

Sevgi insana neler yaptırmaz ki! Bütün dünyayı karşısına almak pahasına “Seni kendi nefsimizden üstün tutacağız!” dedirtir insana. İlk Akabe Bîatı’nda Medine’den gelen on iki kişinin bağlılık yeminlerinin ilk cümlesidir bu. Bu bir avuç müslüman, inançlarını kesin sözlerle mühürledikten sonra “Ensar” yani “Yardımcılar” olma şerefini elde etmişler, bununla beraber İslâm’ı öğretecek bir “Yardımcı” daha istemişlerdir Son Peygamber’den. İşte Allah’ın Elçisi’nin gönderdiği elçidir Mus’ab bin Umeyr. Elçiler gönderildiği makamı temsil ederler. Mus’ab, güleryüzü, nezaketi, tatlı dili ve güzel ahlâkıyla efendisini temsil etmeye gider Medine’ye. Es’ad bin Zürâre’nin evini bir Kur’an okuluna dönüştürür. Medinelilere tebessümüyle tatlandırarak anlatır İslâm’ı. Namaz kılacakları zaman imamları, ihtilaf ettikleri zaman hakemleri olur. Hz. Peygamber’in izniyle İslâm tarihinin ilk Cuma namazını kıldırır Sa’d bin Hayseme’nin evinde. Ve sonunda Medine’nin bütün evleri tek tek aydınlanmaya başlar. Bu durumdan endişelenenler de vardır; değişimle birlikte toplum içindeki yerlerini kaybedeceklerini düşünenler… Kabile reislerinden Useyd bin Hudayr da onlardandır. Mızrağıyla dalar Mus’ab’ın hitap ettiği topluluğun içine ve gürler: “Buraya zayıf akıllıları aldatmak için mi geldiniz! Canınızdan olmak istemiyorsanız terk edin burayı!” Mus’ab savrulan tehdidi güler yüzüyle savuşturmuş, “Biraz soluklanıp sözüme kulak verir misiniz? Hoşunuza gitmezse söylenenler, derhal ayrılırız yanınızdan,” diyerek İslâm’ın ne anlama geldiğini tatlı tatlı anlatmış, Kur’ân’dan âyetler okumuştur. Useyd mızrağını yere saplamış ve “Ne güzel! Ne güzel!”diye haykırmıştır birden. Sonra sormuştur heyecanla Mus’ab’a: “Bu dine nasıl girilir!”

Mus’ab yalnız bu dine nasıl girileceğini değil, bu dinin nasıl yaşanacağını da göstermiştir insanlara. İkinci Akabe Bîatı’na Medine’den katılan ve Son Peygamber’in “Kanınız kanımdır… Affınız affımdır… Ben sizdenim, siz benden!” sözleriyle onurlanan yetmiş beş kişinin başındadır o. Medine’yi efendisinin teşrifine hazırlayandır o, Bedir’de sancağını yükselten… Ve nihayet Uhud’ta bir kez daha taşıma şerefi bahşedilen mübarek sancağı. Son Peygamber sanılarak önce sağ kolu kesilen, sancağı sol eline alınca sol koluna kılıç indirilen. İki kesik kolla sancağı göğsüne bastırıp “Muhammed ancak rasûldür. Ondan evvel daha nice peygamberler geçmiştir” âyetini okuyarak Hz. Peygamber’e siper olmaya devam eden. Sonunda İbn Kâmia’nın mızrağıyla şehadet makamına yükselen… Son Peygamber’in şehit olduğundan habersiz “İleri ey Mus’ab! İleri!” diye bağırdığı arkasından. Mus’ab suretinde sancağı taşıyan meleğin, “Ben Mus’ab değilim!” dediği an. İşte o an!

Nebî’nin yine gözlerinin dolduğunu görüyor Hz. Ali. Ahzab Sûresi’nden okuduğu âyetlere kulak kesiliyor, nâşının başucunda: “Müminlerden öyle yiğitler vardır ki, onlar Allah’a verdikleri sözde sadakat gösterdiler. Onlardan bazıları şehit oluncaya kadar çarpışacağına dair yaptığı adağını yerine getirdi. Kimisi de şehit olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler.”

Ve işte o an. Şehidin defnedilme ânı. Bir zamanlar Mekke’nin en zengin ve yakışıklı delikanlısı olan Mus’ab’ın üzerini örtecek kefen bulunamıyor. Başı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açık kalıyor. Ve ıslak gözlerle hırkanın baş tarafa çekilmesine, ayakların otlarla örtülmesine işaret ediyor Son Peygamber. Son Peygamber Mus’ab’ı işaret ediyor!

7 Ocak 2008 Pazartesi

KÂBE

Dirilen şehid


Sevgili Peygamberimiz ''sehidligin'' üstünlüklerini anlatiyorlardi. Buyurdular ki:
(Kiyâmet gününde sehidler, ''Mahser yerine'' gelirken; orada bulunan Peygamberler ayaga kalkarlar.. Onlar; çocuklari, akraba ve dostlarindan 70.000 kisiye sefaat ederler (Cehennemden kurtarirlar) Bu sözleri isiten''Nevfel''ismindeki Sahâbe, iki oglu ile hanimini oraya getirdi.
-Yâ Resûlullah! Bir duâ etmek istiyorum. Siz de ''amin'' der misiniz? diye sordu. Peygamber Efendimiz kabul ettiler. Bunun üzerine Nevfel:
-Yâ Rabbi, Nevfel kulunu sehid, bu yavrularini yetim, bu hanimini dul eyle, duasinda bulundu. Peygamberimiz (âmin) dediler. Hazret-i Ali'nin bildirdigine göre; ilk Gazâ'da (savasda) Nevfel, gerçekten sehid oldu... Gazâdan sonra Allahin Resûlü ve arkadaslari Medine'ye dönüyorlardi. Kadinlar, çocuklar ve ihtiyarlar, karsilamaya çiktilar. Hepsi sevinç içindeydiler. Nevfel'in hanimi, çocuklari ve ihtiyar annesi karsilayicilar arasindaydi.
-Gazânız mübârek olsun Yâ Resûlullah! Nevfel'in hali nicedir?... diye sordular. Merhametli ''Efendimizin'' gözleri nemlendi. sehidlik haberini vermege mübârek kalbleri dayanamadi. Elleriyle arka tarafi isaret buyurup, geçtiler.. Arkadan Hazret-i Ali geliyordu. Nevfel'in yakinlari, o'na sordular...''Allahin Arslani'' yaninda yürüyen Hazret-i Ammar'a:
-sehidlik haberini ben de veremiyecegim. Yürü gidelim dedi. Eliyle arka tarafi isaret etti. Sonra Hazret-i Ömer geliyordu. ''Büyük'' Ömer de, ayni sekilde hareket etmek zorunda kaldi... Daha sonraki Hazret-i Osman da baska türlü yapamadi. Eliyle, arka tarafi isaret edip, geçti... En sonra gelen Ebu Bekir hazretleriydi. Yaninda''Muaz bin Cebel'' bulunuyordu. Geride Hazret-i Zübeyr'den baska kimse kalmamisti. Nevfel'in yakinlari son ümitle, Sevgili Peygamberimizin en aziz arkadasina yaklastilar. Ayni seyleri sordular. Hazret-i Ebu Bekir kendi kendine düsündü:
-Yâ Rabbim!... Ne kadar zor durumdayım. Eger dogru söylersem, mahzun kalbleri, daha fazla üzmüş olacagim. Bunu yapmaktan, Sevgili Peygamberimiz bile çekindiler... O'na aykiri davranabilirim. Fakat yalan da söylersen dini yikmis olurum. Sen bana öyle bir sey ilham et ki, bu gariblerin yüregi, daha fazla yanmasin Allahim''... Peygamber Efendimizin dogru sözlü dostu''Siddik'' bütün kalbiyle,
-Yâ Allah!.. Yâ Nevfel!... diye ''Ah'' çekerek inledi. iste o sirada, yaydan firlamis ok gibi ''bir atli''yildirim hiziyla yanlarina yetisti.
-Buyur Yâ ''Siddik''... Beni mi çagirdin. Ey Allah Resûlünün Sevgilisi? diye sordu. Bu atli Nevfel'den baskasi degildi.Bütün Eshâb-i kirâm, hayrette kaldilar. Sonra Cebrail aleyhisselâm isimli melek göründü. Peygamber Efendimize sunlari söyledi:
-Yâ Resûlallah... Hak teâlânin selâmi var... Eger ''Peygamberin Magara Arkadasi''Siddik bir kere daha ''ALLAH''deseydi;''Yüceligim'' hakki için, bütün sehidleri diriltirdim. Çünkü, Ebu Bekir adli kulum; cahiliye devrinde ''islâmiyetten önce bile, hiç yalan söylememistir'' buyurdu. Ebu Bekir'in yalanci çikarilmamasi için, Nevfel'i Cenâb-i Hak diriltti... Nevfel bundan sonra, nice yillar daha yasadi.
Nihayet duâsi kabul olundu. ''Yemame'' cenginde sehidlik serbetini içti.

GERCEK ANLASILINCA

Zülkarneyn Aleyhisselam ordusuyla gece yolda giderken ordusuna:
- Ayağınıza takılan şeyleri toplayın, diye emir verir.
Ordu bu emri duyunca; içlerinden bir grup:
-Çok yürüdük, çok yorgunuz. Gece vakti bir de ayağımızı takılan şeyleri toplayarak boşuna ağırlık mı yapacağız. Hiçbir şey toplamayalım, diyerek hiçbir şey toplamıyorlar.
İkinci grup ise;
- Madem Komutanımız emretti, birazcık toplayalım, emre muhalefet etmeyelim. Zira ordun komutanına itaat etmek gerekir, diyerek az bir şey topluyorlar.
Üçüncü grup ise;
-Komutanımız bir şeyi boşuna emretmez. Muhakkak bildiği bir şey vardır. Bir hikmete vardır, diyerek bütün abalarını ağzına kadar doldururlar.
Sabah olduğunda bir de bakıyorlar ki, meğer bir altın madeninden geçmişler de, ayaklarına değen şeylerin altın olduğunun farkına varamamışlar. Bunu anlayınca:
Hiç almayan birinci grup;
-Ah niçin almadık! Nasıl dinlemedik komutanımızın sözünü. Keşke alsaydık! Bir tane bari alsaydık diyerek pişman oluyorlar.
Az alan ikinci grup ise;
-Ah ne olaydı da biraz daha fazla alsaydık. Ceplerimizi, abalarımızı hınca hınç doldursaydık diye sitem ediyorlar kendilerine.
Çok alan üçüncü grup ise:
- Keşke gereksiz, lüzumu olmayan eşyalarımı atsaydım, daha çok toplasaydım. Her şeyimizi doldursaydık, daha fazla alsaydık diyerek, fazla almalarına rağmen üzülüyorlar.
İşte bu misalde olduğu gibi, Ahirette bütün insanlarda bunun gibi ağıtlarda bulunacak.
Kafir olan;
- Keşke iman etseydik, keşke inansaydık da hiç olmasa Cehenneme girdikten sonra iman etmemiz sonucunda Cennete girseydik,ebedi cehennemden kurtulsaydık,
Mümin, fakat az sevabı olan;
-Keşke biraz daha sevap işleseydim de, biraz daha ikrama mazhar olsaydım.
Mümin,çok sevabı olan ise;
-Ah ne olaydı da Makamımı biraz daha yükseltecek bir vakit daha namaz kılsaydım, biraz daha fazla sadaka verseydim,oruç tutsaydım, biraz daha sevap işleyecek ameller yapsaydım... diyeceklerdir.
Rabbim bu misallerden ders almak nasip etsin...

GÜZEL NAMAZ KILABİLİYOR MUYUZ?

Hâtem-i Zâhid (k.s.)hazretleri Âsım İbn-i Yûsuf hazretlerinin yanına geldiğinde Âsım (kuddise sırruh) ona sordu:
-Ey Hâtem namaz kılmayı güzel becerebiliyor musun?
O da 'Evet'deyince, Âsım (k.s.):
-Peki, nasıl kılıyorsun? diye sordu. Hâtem-i Zâhid hazretleri başladı anlatmaya:
-Namaz vakti yaklaştığında abdestimi sünnet üzere tazeliyorum ve namaz kılacağım yere dikiliyorum. Tâ ki her uzvum yerleşiyor.
Sonra Kâbe'yi iki kaşımın arasında, Makâm-ı İbrahimi göğsümün hizasında, Allah Teâlâ'yı mekândan münezzeh (pâk ve uzak) olduğu halde başımda hâzır ve kalbimdeki her şeyi bilir halde görüyorum.
Sanki ayağım sırat köprüsünün üzerinde; cennet sağımda, cehennem solumda, ölüm meleğini de arkamda hissediyorum ve kılacağım namazın son namazım olduğunu düşünüyorum.
Sonra ihsan ile (Mevlâ'yı görür gibi) iftitah tekbirini tekbirini alıyorum, tefekkürle okuyorum, tevâzû ile rükûa eğiliyorum, tazarrû ile secdeye kapanıyorum.
Sonra tamamıyla oturuyor, ümitle teşehhütte bulunuyor ve sünnet üzere selâm veriyorum.
Sonra da o namazı ihlâsa teslim ediyor, korkuyla ümit arasında kalkıyorum ve bu hâl üzere sabra devam ediyorum.
Bunu duyan Âsam hazretleri:
-Ey Hâtem!Senin namazın böylemi? diye sordu. O da:
- Evet otuz senedir böyle namaz kılıyorum! deyince Âsım hazretleri ağlayarak şunları söyledi:
-Ben daha bu zamana kadar hiç böyle bir namaz kılamadım!